Ve karşınızda, yeniden: !f
!f İstanbul’da bu yıl özellikle dikkati çeken, Türk sinemasının daha şimdiden üzerinde epeyce çene patlatılmış sıkıcı, geleneksel yıllık mahsulü dışında yepyeni Türk filmlerine yer verilmesi. ‘40’ın, ‘Moral Bozukluğu ve 31’in, ‘Pippa’ya Mektubum’un, ‘Kamerayla İzdivaç’ın, ‘Ordu’da bir Argonot’un birer başyapıt olup olmadıkları önemli değil; adları yeter, bir ikisini gördüm, geri kalanları da merak ediyorum.
Hemen başyapıt mertebesinde birkaç esere geçelim. ‘Bükreşin Doğusu’nun yönetmeni Corneliou Porumboiu, ‘Polis, S.’ de çok düz, ara ara neredeyse gözetleme kamerası katılımsızlığında bir polisiye - daha doğru polis olmakla ilgili - hikaye anlatıyor. ‘Polis, S.’ özellikle ‘vicdan’ kelimesinin etimolojisi ve anlamı nedir tartışmasına ayırdığı uzun fakat şaşırtıcı derecede gerilimli sahnelerde kendi kendini aşıyor, göreceksiniz.
Porumboiu’nun filminin yanında her şey süslü kalır, ama Jacques Audiard’ın polisiyesi ‘Yeraltı Peygamberi’ de ‘Nefret’ten hatırlayacağınız bir Fransız varoş şiddeti hikayesi olarak bayağı iyi.
Başyapıt olup olmadığı önemli değil, harikulade ‘Buzdan Hayaller’ ve ‘Tutunamayanlar’ın yönetmeni İzlandalı Dagur Kari’nin yeni filmi ‘Buzdan Yürek’i de merak ediyorum, en kötü ihtimalle bir Aki Karusmaki kokusu geliyor filmden; yönetmenin kendisi de jüride olacak. Bir kere daha buralara uğradıydı. Umarım bu kez daha konuşkan olur.
Eşcinsel sinema tarihinde bir kilometre taşı olan 1978 tarihli ‘Gece Kuşları’nı ise 70’ler Londrası, kulüp ortamı, o dönemin müzikleri, özellikle de o yıllar sevilen bir tür katılımsız gerçekçi- belgeci yaklaşımı için seyretmek ilginç olacak.
‘I Will Survive’yla sona ermeyen bir gay ortam filmi, ‘Çöller Kraliçesi Priscilla’nın Külkedisi versiyonu- nostaljik bile denebilir. Tesadüf, filmin senaristi Paul Hallam da İstanbul’da yaşıyor, filmden sonra orada olacak.
Çöp(leşmiş) filmlerden hafif ürkütücü köpek öldüren kokteylleri hazırlayan avangard yönetmen Gustav Deutsch’un seyredende artistik/entel bir ‘snuff movie’ ürpertisine yol açan ‘Film: Bir Kadın, Bir Silah’ını da görünüz.
Mihail Kalatozov’un 1964’de ‘yavru vatan’ Küba’ya yönelttiği basbayağı geleneksel Sovyetik bakışı yeni bir gözle değerlendirmeye yarayacak kadar ‘kontrast’, müthiş siyah-beyaz belgesel ‘Ben, Küba!’ da ilgilenilmeye değer. (Ardından Altyazı dergisi bir tartışma düzenleyecek.)
Çok, çok merak ettiklerim; özellikle Jeff Bridges ama ayrıca Maggie Gyllenhall yüzünden ‘Çılgın Kalp’. Sırf !f’çiler yere göğe koyamadıkları için ‘Beyaz Şimşek’. (Bakalım nedir.) Sebastian Silva’nın bir nevi ‘trash Bunuel’ lezzetinde olacağını umduğum ‘Hizmetçi’si. Sırf adı yüzünden ‘Bronson’. Görmeyen bir çocuğun dünya algısını merak ettiği için Arjantin filmi ‘Antoine’. (Engellilerle ilgili olup da onların dünya algısını zerrece umursamayan filmlerden değildir inşallah, bkz. ‘Başka Dilde Aşk’). Tuhaf Belçikalılar (Kümel, Delvaux vb.) geleneğini sürdürüyor gibi görünen Johan Grimonprez’in ikizler ve benzerler üzerine heves yaratan filmi ‘Hileli Gerçek’. Iyi başlayıp da salya sümük duygusallığa bağlamasından korktuğum halde, sırf ödül alan oyuncusunun Altın Küre törenindeki performansı yüzünden ‘Precious: Acı Bir Hayat Hikayesi’.
Hiç (daha doğrusu ‘en’) merak etmediğim ise maalesef Michel Gondry’nin son filmi ‘Yüreğimdeki Diken’. Ondan bir evvelki bayat mahalle dayanışması ve videokaset nostaljisi konulu ‘Lütfen Başa Sarınız’ın küflü etkisini henüz üzerimden atabilmiş değilim. Gondry’ye demek isterim ki, “Bak Michel, Charlotte Gainsbourg bile Trier’e ve ‘Antichrist’e doğru yol aldı; sonuç hayırlı oldu mu çok tartışılır. Ama gene de, çocukluğu atlatmak diye de bir şey var...”